KÖYÜMÜ... çok özlemiştim.
Kokusu, tertemiz havası, yedi gözlü ve  Caminin yanındaki iki lüleli pınarlarından akan buz gibi suyunu, özlemiştim...
Buraları görüp  geçicide olsa  köyüme kavuştuğum için,   Rabbime  şükrediyordum.
Evin dışına çıkıyor, görebildiğim yerleri seyrediyor, gözlerim mezarlığa doğru geldiğinde kendi kendime dalıp gidiyordum.
Her şeyin boş  olduğunu, bana mezarlık…
Çok açık anlatıyordu.
Köyün  her tarafını gezmek istiyordum.
Herkes işi-gücü ile uğraşıyor...ben engelli… olduğum için.
“İşinizi bırakın, beni gezdirin diyemem, diyemiyordum...
Gezmesem de, köyün her tarafını görmesem de her şeye rağmen mutluydum.
Evin avlusunda  otururken halam… koşarak yanıma geldi: “Ahırdan koku geliyor, seni biraz ileriye alayım mı?” dedi: “Hayır, burası çok iyi, burada kalmak istiyorum, dedim.

Halam: “Allah ,Allah.” diyerek gitti. Kendine göre haklıydı. Biz şehirden gelmişiz, ahır kokusundan rahatsız olacağımı düşünüyordu.
Benim aklımdan geçenleri nerden bilsin.
Bir zamanlar bekçiden yediğim sopayı, gölün içinde Camızlarla yarış yaptığımı... ve birçok anılarımı… hatırlayıp Bütün bu anıları düşünerek. Benim ahır kokusu da olsa mutlu olduğumu...
Acıyla tatlı, temiz havayla ahır kokusu, pekmezle turşu yemek gibi beni mutlu ediyordu.
Hanım yanıma geldi:
Akşama kadar evin önünden bir yere gidemiyorsun.
Eğer sıkılıyorsan Ankara’ya evimize geri dönelim.”
dedi.
“Hayır hayır ben iyiyim.” dedim.
Aslında kafamda, hayalde olsa köyün içinde geziyordum. Sabah erkenden kalkıp, bağa gitmek için hazırlandık.
Eniştem eşeğe yükleri yükleyip çocuklarla birlikte bağa gitti.
Beni de eşeğe bindirmek istedi, düşerim korkusuyla kabul etmedim.
Herkes bağa gitti. Bağ yolu bozuk olduğu için, hanımla ben geride kaldık.
Yolların bozukluğundan olacak ki tekerlekli sandalyenin büyük tekerleğinden birisi bozuldu.
Yolda, bağ ile köy arasındaki  Saadetin…  elmalıkların  orada  kaldık.
Sabah, saatleri de olsa sıcak yakıyor. Gelip giden yok. Hanım bu yolların acemisi, beni bırakıp gidemiyor.
Arada bir elimdeki havluyu alıp, yanımızdan akan suyla ıslatıp kafama tutuyor. Islak havlu beni biraz rahatlatıyordu.
Geciktiğimizi anlayan eniştem, geri dönüp geldi.
Beni sırtına alarak bağa götürdü.
Ah bağlarımız... Kurduyla, kuşuyla...
Yere, ağaçların gölgesine yattığında, her tarafını ısıran böcekleriyle... Hangisini anlatayım, bilmem ki...
Oğlum…  dört yaşlarında. ağaçlardan dökülen erikleri toplamış, “bak, erik.” diye getiriyor.
Daldaki eriklerden haberi yok.
“Hanım, şu dalları bir sallar mısın?” dedim.
Hanım dalları sallamaya başladı, daldan dökülen erikler  oğlumun kafasına geliyordu.
Daldaki erikleri görünce, yerden topladığı  ve  ceplerine, koynuna doldurduğu erikleri boşaltarak annesine, yukarıdaki dallardaki erikleri göstererek, onları istediğini söylüyor.
Annesi uzanarak eriklerden alıp veriyor, O kabul etmiyor, kendisinin uzanıp almasında ısrar ediyordu.
Hanım,  kucağına alarak kaldırıp kendisinin almasını sağlıyor, oda, aldığı eriği, ağzını şapırdatarak yiyor, tadını çıkartıyordu.
O çok değişik erikler dalında duradursun, halamın, bağdan topladığı taze fasulyelerden, odun ateşiyle pişirdiği yemeğin kokusu burnumuza gelmeye başladı.
Yeğenlerimde  yeni olgunlaşmış mısırlardan koparıp getirmişler.
Yemek, taze mısır közlemesi, meyveler, en güzeli doğanın içinde olmak...Kendimize  verilen  buna benzer ziyafetler   sürerken bir taraftan da   köye dönme zamanı gelmişti.
Her şey toparlanıp eşeğe yüklendi.
Daha sonra beni eşeğe bindirdiler.
Eniştem de arkama binerek, bu şekilde köye ulaştık.
Selam  ve  duayla.