Hüzün tüm dağı tepeyi tutsa da, yağmur bulutları kader olup yağsa da, ayağını uzattıysan doğduğun topraklara, tatlı bir sevinç sarar insanı. Mevsim ne olursa olsun, dört mevsimi yaşarsın benliğinde. Geçmiş anılar bir bir geçer gözünün önünden. Hangi birine bakacağını şaşırırsın. Kiminde hüzün, kimisinde sevgi yumağı vardır. “Aha anam şu köşede, aha babam bu köşede otururdu…” Horantanın tamamı hatırlanır, bazen iç çeker, kimi zaman da tebessüm edersin. Bizim saygı (Saygı Öztürk) geçmiş bıldırları düşünürken, “Aha bu Kanak Çayı var ya sel olup geldiğinde sanırsın tüm Bozok Yaylası’nın yağmurlarını toplamış da deliliği namına eklemiş. Ya şu iğdelik burcu burcu nasıl da kokardı. Selimli yönünden akıp giden turnalar nasıl da bir türkü tuttururlardı. Ya Sivri Dağı’nı mekân tutan kınalı keklikler… Gelingüllü’den seğirtip gelen kartallar Akbucak’ın üstünden akıp giden yıldızlar, kimi mavi, kimi sarı… Ya ay hilal olduğunda koyun kuzu bile fark eyler de melemeyi keser. Güneş şafağın ardından ilk huzmelerini verdiğinde taşlar ışıldar, ibibikler ötmeye başlar. Akşamüstü giderken de tepeler kızıla keser, Çomak Dağı’nın ardına gömülüp kaybolur, sonrasında kurt kuş yuvasına çekilir. Gökyüzünde yıldız oynaşı başlar. Yıldızlar birbirine varır hasretlik giderirler. Demek ki, hasretlik çeken bir biz değiliz. Ay ışığında sessizliği yırtan köpek havlamaları başlar.”
Geçmiş, film şeridi gibi devam eder. Fahri Abi’me gelince gözü alabildiğine Bozok Yaylası’nı tarar. “Vali oldum, müsteşar oldum… Aha bu topraklardan çıktım. Şu eşmeden su içtim. Bu pınar başında eğlendim. Kayaların üstüne oturdum, kimi sarı, kimi kara taştı. Karşı yamaçtaki tepenin höllüğü ile sarmaş dolaş oldum. Hey gidi günler hey!” demiştir de belli etmemiştir. Vali Refik Aslan’a gelince, “Toprakla göğü birleştiren, ay ile güneşi sevdalı kılan, dağına, tepesine hasretlik türküleri eken, en çok da ‘Çamlığın başında tüter bir tütün’ türküsüyle geçmişini yoğuran, anlattırsan bu hikâyenin sonu olmaz.” deyiverir. 
Fevzi Ağa’ya gelince, “Ağam, ağalık sonradan olmaz. Baba ağa, dede ağa, biz de gitmişiz o yoldan. Atın kırını da, dorusunu da görmüşüzdür, binmişizdir. Sorarsan geçmişimi Yusuf Ağa oğlu Fevzi Ağayım.” demez de biz dedi diye yazalım.
Kır saçlı bacımız Güler ve Gülay kardeşimiz baba ocağının gülleridir. Kardeşleriyle bir arada olmanın hazzını yaşarlar. Geçmişten geleceğe uzun bir yol, “Ah zaman!” denilen mevhum nasıl eriyip gitmiş de bilene de çözene de hiç rastlanmamış. 
Sofralar kurulur, horanta bir arada olur. Geçmişteki yemekler, bir araya gelmeler yaprak gibi dökülür göz önüne. Mevsim de sonbahardır genelde. Güneş ferini kaybedince, yağmurlar dinince, mallar başıboş tarlalara salınınca, Kanak suyunu çekip karıncalara yol verince, yeşilliğin yerini kuru otlar alınca, bağbozumuna hazırlıklar başlayınca, ibibikler ötmeye hazırlanınca, bölük bölük kuşlar göç yoluna düşünce, gardaşlar bir araya gelince değme keyfe… Yüzde maske yok, yürekte sevgi çok. Daha ne ola ki dostlar, sevgide, saygıda yumak olmuş gardaşlar! Türküyü birlikte çığıran, tasada aynı duyguyu paylaşan “sen ben yok, biz varız” dünyasında yaşayan can ciğer gardaşlar! Yol belli, iz belli, gidilecek yer belli: Akbucak. Sanki Kanak Çayı sırtında bağdaş kurmuş da geleni gideni seyreder. Kara yele de poyraza da bağrı açıktır. Aynı haneden iki vali, ünlü bir gazeteci, bir ticaret adamı çıkartmanın keyfiyle Bozok Yaylası’nı süzer. Garibanı, yolunu şaşırmışı hâlen konuk eder. Darda kalmışa hanesini açar. Aha orada Suna Ana’yla Yusuf Ağa yatar, bir varmış bir yokmuş misali sessiz sedasız… Yanlarına yaklaşınca bir türkü sözü geçer içimden;
Akbucak da Kanak’a bakar
Hasreti yüreğimi yakar
Mevsimi sorarsan sonbahar
Gardaşlar özlem giderir oy
Suna Ana da burda yatar
Turna başında nöbet tutar
Evlatları yanında ağlar
Gardaşlar özlem giderir oy
Oy ki oy! Zaman dediğin de nedir ki? Elle tutulmaz, gözle görülmez. Yaş hesabını nüfus cüzdanı tutar. Biz yine şu Bozok Yaylası’nın hâllarına inelim.
Güneş ayı kışkışlamadan, şafağın soğuğu yaylayı esir alır. Ama ne esir alma! Öyle kırk yıllık düşman hak getire! Kuşluk vakti gelince hava, siniri alınmış bir insan gibi olur. Seher yeli ılgıt ılgıt eserken sevgiyle okşar saçları, yanakları. Bazen de karayel küfül küfül mü desem arada ıslık çalarak mı eser desem, ne yazsam ne desem yerini bulur gayrı. Yaylanın kavruk insanları galiba karayelden olsa çoğunluktadır. 
Her nesne bir zaman dilimi içerisinde hükümdarlık sürer. Şafak sökün eyleyince güneş, akşam inince ay ve yıldızlar… Karanlık yorganı çekilince, gökte vitrine dizilmiş küpeler gibi yıldızlar koşuşur dururlar.
Bozok Yaylası, Kızılırmak Deltası’nı besleyen Delice Irmağı da olmasa, çoğu yeri bozkıra keser. Toprak, kimi yerde kırmızı, kimi yerde kül rengindedir. Bazı tepe yamaçlarında da alacalı beyazdır. Bu beyaz toprakla da yayla halkı üzüm terbiye eder. Pekmezi, çalması bu toprağın mahsulüdür.                    (Devamı Haftaya)