Köşe yazımın geciktiğinin bende farkındayım. Kalem ve Kelam adlı denemem neredeyse bir aydır köşemde bekleyip duruyor. Öte yandan İleri’nin ilerlemesi geriledi. Her nedense gelmiyor, gelemiyor Ankara’ya. Göz duyumuz önemli bunu biliyoruz. Kulak alınmasın ama denemelerimi görmek beni heyecanlandırıyor, güdülüyor. İleri bana ulaşınca bende ilerliyorum. Gecikmemin birinci nedeni bu, biliyorum pek sağlam mazeret değil. Hoşgörün. İkinci mazeretime gelince sanırım birincisinden daha sağlam. Anlatınca bana hak vereceksiniz. Başkent Ankara’mızın varoşlarında bir balkonum, balkonumda da küçücük bir evim var. Bu evi ben bulmadım ben almadım eşim buldu ve aldı. Bana kalsa böyle bir evi ne bulabilir ne de alabilirdim. Eller kooparatiflere üye olup birkaç ev sahibi olurken ben hakiri pürfakir büyük ve önemli hayallerle dünyaya adaleti, güzelliği ve aşkı getirmekle meşguldüm. Bendeniz on üç ev sahipli kiracı ev taşıma angaryasından bıkıp usandığım için yeni balkonumuza taşınma işine karışmadım. Ben masraflarını karşıladım eşim taşındı. Bizim evin prensesi bu konularda becerikli, doğruya doğru. Neyse devam edelim. Ev güzel varsın küçük olsun ancak iş yerime kırk elli kilometre uzaklıkta arabamla günde ortalama yüz kilometre yol yapıyorum demektir.  Geçenlerde TRT NAME’nin namelerine arabamı kaptırıp giderken bir pikap bize sağ taraftan hızla çarpıp kurşun gibi fırlayıp kaçtı. Ne olup ne bittiğini anlayamadım. Zavallı arabam da yan dönüp yolu ortasında kala kaldı. Ankara’nın trafik curcunasında binlerce arabanın bir birine çarpmadan gitmesi bir mucize onu anlıyorum. Ancak bana çarpıp giden sürücünün, durup ne oldu ne yaptım diye dönüp bakmamasına şaşırdım hayret ettim. Bende açtığı maddi yara ve zarar tahmin edilebilir ona aldırmıyorum. Ya bana ve insanlığa açılan yara? O nasıl tedavi edilecek? Eyvah, Mevlana’nın Mesnevisinde anlattığı hikayenin kahramanı sarf ve nahiv alimi gibi ömrümün tamamı boşa gitmiş! Bütün meslek hayatım boyunca öğrencilerime insanı insan yapan değerleri öğretmeye çalıştım ya ben öğretemedim ya da onlar öğrenemediler. İşte böyle anlarda bir Arap Şairinin sözü, şikayeti aklıma gelir;
“Yarabbi bize neden iki ömür vermedin birincisi müsvedde (deneme) ikincisi esas (gerçek) hayatımız olurdu. Deryayı izzetinden ne eksilirdi.”
Eğer bu Arap’ın bu dileği gerçek olsaydı ikinci hayatımda bende arabalara vurup kaçanlardan açtığı yaralar aldırış etmeyenlerden mi olurdum? Nefs-i emmaremden  doya doya zevk alır keyfime mi bakardım? Yoksa bu tür antroidlerin arkasından şöyle mi derdim;
Ağyar elemin çekme gönül
nafile gamdır
Hasmın sitemin anlamamak
hasma sitemdir.
Okuyucular muhtemelen şöyle diyecekler, ''Hoca sen uzaydan mı  geldin? eller akıl toplayıp bellerken sen ne işle meşguldün? Değirmen sele gitmiş sen hala şakşakısını arıyorsun!''
Gelelim kıssadan hisseye. Memleketin birinde su kıtlığı  varmış. Millet susuzluktan kırılıyor. İnsanlar, kurt, kuş, bağ, bahçe bir damla suya hasret. Derken birisi bahçesine kuyu vurmuş suya ulaşmış. Fakat bu kuyu suyu öyle sıradan sulardan değilmiş. Bu kuyunun suyunu içenler deli oluyorlarmış. Deli sayısı gün geçtikçe artıyor ve gün gelir bütün halk aklını yitirir. Bu olay memleketin padişahını ve vezirini kaygılandırmaktadır. Halkın bu durumuna üzülmekte onlarda bu sudan içmek için direnmektedir. Nihayet padişah veziri ile birlikte sarayın balkonuna çıkıp onlara nasihat etmek ister. Padişah konuşmaya başlayınca aşağıdaki halk gülmeye padişahla alay etmeye, onu dinlememeye başlar. Çok geçmeden halk arasında padişah delirmiş hatta vezirde onun gibi olmuş rivayetleri dillerde dolaşmaya başlar. Padişah kendisine itaat etmeyen, sözünü dinlemeyen tebaasına karşı ne yapacağını şaşırır. Vezirine ne yapalım ne edelim diye sorar. Vezir bu durumdan kurtulmanın çaresini şöyle bulur ve padişaha anlatır; “Padişahım gel, bizde bu sudan içelim. Bu kadar delinin içinde yalnız bizim akıllı olmamız yetmez, baksana halk asıl delinin biz olduğumuzu sanıyor ve inanıyor. Kısacası devletlüm ya biz de bu sudan içip delireceğiz ya da bu diyardan gideceğiz.”