YILLAR önce, henüz aklım başındayken, bir hayalim vardı. Gençtim, iş kurmayı planlıyordum. Şimdiki gibi adım başı bir Cafe yoktu Yozgatta, gençler ve diğer yaş grupları kahvehanelerde takılıyordu ve bu mekanlar da sadece erkeklere yönelikti. Kendimce insanların bu tarz mekanlarda okey oynayarak zamanı öldürmelerini çok büyük bir kayıp sayardım. İşte o günlerde kapıldım o hayale: Kitap Cafe açacaktım.
Hemen fizibilite çalışmalarına başladım. Öncelikle doğru muhit ve doğru bir mekan bulmalıydım. O yıllarda işletme açmak denildiğinde akla gelen cadde üzeri dükkanlar benim için uygun değildi. Bana daha büyük bir mekan gerekliydi. Şimdi 'Cafeler Sokağı' diye anılan Sinema Sokakta şu an gördüğünüz işyerlenin çoğu henüz apartman dairesiydi. 'Bir apartman dairesi alıp, isteğine göre tadilat yapmalıyım' diyerek harekete geçtim. Giriş katta bir daire için kırk bin Alman Markı isteniyordu. İçeride yapacağım tadilatlar da kaba hesapla on bin mark tutuyordu. 'Neden mark üzerinden konuşuyorsun' diyeceğinizi tahmin ettiğim için izah edeyim durumu kısaca. 90'lı yılları bilenler hemen hatırlayacaktır. Enflasyon yüzde yüze dayanmış, faizler yüzde yüzelliye yakın.. Böyle bir ortamda kimse Türk Lirasının yüzüne bakmıyordu. Bizim çevrede Almancı (Almanyada çalışıp Türkiyede yatırım yapan kişi, alman alım satımı anlamı taşımıyor.) çok olduğundan genellikle alışverişlerde Mark kullanılırdı. Dolar daha çok büyükşehirlerde at koşturan bir yatırım aracıydı o zamanlar. 
Dairenin alımı ve tadilatından sonra sıra gelmişti tefrişata. Oturma grupları, masalar, raflar, çay kahve takımları derken hesap ettim yirmibin mark daha ekleniyordu bütçeye. O günlerin güncel fenomeni İnterneti de bu konsepte ekler ve bir köşeye 15 bilgisayar eklersek bütçenin gider hanesine otuz bin marklık bir ekleme daha  yapmak gerekiyordu.
Kitap, her durumda olduğu gibi, bu işin en ucuz kısmıydı. Çok klişe olacak ama bu memlekette insanların herşeye parası vardır kitaba yoktur, bir çok şeyden ucuz olmasına rağmen kıymet verip de almak bize zor gelir. Klasikler, modern romanlar, şiir, belgesel ve bilim kurgu alanında toplamda alacağım bin kadar kitap sadece üç bin mark tutuyordu.
Giderlerin altı toplandığında yüzbin markın üstünde bir bütçe gerekiyordu. Bu parayı o günün modası olan holdinglere yatırıp yıllık yüzde yirmibeş kar payı almak vardı ama ben yapacağım işin kutsal bir amaca hizmet edeceği düşüncesindeydim. Öncelikle sevdiğim bir işle meşgul olacaktım, bu işten para kazanacaktım ve en önemlisi ise şehrin sosyo-kültürel yaşantısına katkım olacaktı. Başlarda sadece öğrenci kesiminin ilgisini çekecek olan Cafe sonrasında toplumun her kesimine hitap edecek ve bir on yıl içerisinde fikri meselelerin mülahaza edildiği bir okul haline dönüşecekti. Müsbet bir dönüşüme ön ayak olduğum için de ileride ismimi belki bir sokağa verecekler ve bu gurur beni şad edecekti. Benzeri hülyalar içerisinde yürürken Lise Caddesi üzerinde bir diyaloga şahit oldum. İki hanım kızımız, bir büyükşehirden gelmiş olduğunu belli eden  giyim kuşam ve makyaja sahip ve özgüven dolu bir yürüyüşle de takımı tamamlamış, cadde üzerinde arz-ı endam ediyorlardı. Bir numaralı hanım kızımız diğerine dönüp, ağzını yayarak şöyle dedi :
-Gızz Melehat, gordun mü şoo oğlanın giydiği pantulu?
İkinci hanım kızımız şaşırmış bir edayla:
-Anaam o ne şaal bir pantul, bizim üniversitede o pantulu o biçim oğlanlar giyiyor.
Hanım kızlarımız kikirdeyerek önümden yürüyüp gitmişti. Düşünüyordum. Ben neyi değiştirebilirdim ki. Bir büyükşehir üniversitesinin bile değiştiremediği bir oluşumun üstünde benim 'Kitap Cafem' diye düşlediğim küçük işletmemin ne hükmü olabilirdi. Bazı şeyler kaderdir, sizinle yapışık olarak bu dünyaya gelirler ve kişiyi kaderinden ayırmak gibi bir kudret kimseye bahşedilmemiştir.
Sonuç olarak 'bunu neden yazdın şimdi' sualine minik bir açıklama getireyim. Bu olayı ben 21 yıl önce yaşadım. O günden bugüne bu şehirde görünüş olarak çok şey değişti peki ya içerik olarak ne değişti? Cevabı etrafınızda.
***
Not : Vaka anlattığım gibi birebir yaşanmıştır, gerçektir, hayal olan sadece kitap cafedir.