Gün yine uzaklardan doğuyor, ayrılık kararlı; esmer esmer bakıyor.
    İçimde kalın ürpertiler, kemiklerim sızlıyor. Tavşankanı bir çay çekse de canım, ben kanımı içiyorum be canım.
    Sen hiç türküsü ölmüş bir adam gördün mü?
    Sen hiçbir ezginin tarif etmediği, yalın ayaklı bir yalnızlık gördün mü?
    Ya da her defasında ciğerini söküp, sarıp sarıp yakan sonrada nereye çektiğini bilmediği “o” derin acıyı hissettin mi hiç?
    Sen ateşin üstünde yanacağını bile bile, alevin alazında dönen bir kelebek gördün mü? Uzaklar doğarken ve batarken sen içine yaban, dışına korkak oldun mu hiç?
Bunların hiçbirini yaşamamış olsan bile, sen hiç hayalinde beni kalbine yaslayıp sevdin mi?
    Sevmedinse bile, bir kerede aklına getirmedin mi hiç?
    Sevmedin, aklına da getirmedin, biliyorum ama bu defa susmuyor konuşuyorum…
    Eğer, savunma hakkımı kullanmaksa sence bu söylediklerim, sen say ki ben aslında hiç kendimi saymıyorum.
    Yaşamdan arta kalan bu köhne acıları sen mutlu ol diye; bir daha, bir daha diriltmiyorum.
    Aslında her birini bir daha, bir daha öldürüyorum.
    İhtimal bu ya, “halen yaşıyorlarsa” diye saklandıkları beynimin, dört bir köşesinden onları çıkartıp, ayaklarımın altına alıp, bir daha bir daha çiğniyorum.
    Ölmeseler bile kötürüm olurlar ve kötürümler oturdukları yerlerden kalkamayan, acılarını asla diriltemeyenlerdir ve dirilmeyen acılar hem ölü, hem yaşayan en büyük canilerdir.
    Karabatak misali, batar batar yine çıkarlar.
    Öldükleri güne inat yeniden yeniden doğarlar.
    Sen say ki ben arkamdaki bütün denizleri daha yakamamışım, sen say ki, sen gideli ben hiç yaşamamışım…
    Muğlak, ütopik ve egzotik yalnızlığım, ironik yalpalarda raks ediyor.
    Sense halen mutlu olduğumu sanıp, kalbimi acıtıp duruyorsun.
    İntikam suların daha durulmadı mı? Kibir volkanın daha sönmedi mi?
    Bu nasıl bir öfke?
    Sukutun çığlıkları kulaklarımda, uğultular halinde kurşuna diziyorlar kalbimi akın akın, şimdi neyin fethindesin gözleri alemleri yakan kadın?
    “Istırabında bir sonu vardır elbet” dedikçe, harlıyorsun yalnızlığın ateşini ve küllerimden bir ben, bir ben daha yakıyorsun, usanmıyorsun…
    Uslanmazsın, biliyorum içindeki kibir ve içindeki arsız intikam çocuğu, ne zaman bendeki altı yaşındaki masum çocuğu öldürür, ancak o zaman rahatlarsın.
    Yalnız bilmelisin ki ben o çocuğu her ne pahasına olursa olsun yaşatacağım. Senin kavurucu sitemlerine teslim etmeyeceğim.
    Gözlerim bağlı, karanlıklar içerisindeyim. Uzaklardan kırık bağlamamın sesi duyulur.
    Yakar yüreğimi kavalın sesi ve duyarım bir gün türkülerim ölmüş.
    Öyle ki ben bana sala ertelerinde, kapalı gözlerimde mezarlar kazarım ayrılığımıza ama duymazsın ama bir an bile örselemez seni bu hüzün dolu yalnızlığım.
    Cemaati ben, bana küs olmuşken ve sen dünya kurulduğundan bu yana, bana sırtını dönmüşken, yaşamışım ölmüşüm keder mi sanırsın?
    Boşuna bekleme gözleri ömrümü yakan kadın, çünkü haziranlar bir daha gelmeyecek ve temmuzlar bir daha ayrılığı hediye edemeyecek.
    Ben gidiyorum ve benim gittiğim yerlerde ne mevsimler olacak, ne aylar, nede günler.
    Anladın işte; bu oyunun tekrarı bir daha olmayacak.
    Başın sağ olsun, benim uslanmaz bütün türkülerim öldü…