Bahar aylarında cennet gibi bir güzelliğe bürünen Bozok Yaylasının yaz ayları o kadar kurak geçerdi ki, kendinizi Afrika çöllerinde zannederdiniz. Bostanlık kenarlarındaki vahayı andıran seyrek yeşilliklerin yakınlarında bulunan bir eşmeden, bir golmekten veya bir pınardan su testinizi doldurmak isteseniz, çoban çökerten, çakır tikeni, gufa, çıtlık, gabaldız gurusu gibi engellerin arasından onlarca boz tarla aşıp, dere-tepe, bayır, bucak sektirirdiniz. Adı üstünde yayla. Dağlar az ve düz olduğundan, Mayıs başlarına kadar tepelerinde barındırdığı karlar çabuk erir, akan suları ise orantısız debilerle etek tarlalara salınıp tükenince, bahar ve yaz iklimleri birbirinden çok orantısız geçerdi.

Sıcaklıklar Temmuz ve Ağustos aylarında tavan yaparken, dere ve öz kenarı haricindeki tüm yeşillikler kaybolurdu. DCaha bir ay önce yediğimiz rayihalı şeker ve kangal dikenleri odunlaşır, madımak, yemlik, hardal, bosdan gözeli, fığ, goyun gulağı, çoban gavurması, güllü tapan, gızılca, ebem kömeci, pahla gulü, fıttare, püsgullü, it dirsağ, tosun pöçü, peygamber maşası  vs. bitkilerse samana dönüşürdü. “Gün Dönmesi” derdik bu zamana. Bütün otlar kurur, bostanlar bozarır, meyveler yeter, çalı-çipli soluklaşır, bir tek üzümler kalırdı bağlarda. Nisan-Mayıs aylarındaki binlerce çeşit çiçeğin, “Aşşağı Yeli” dediğimiz Keşişleme rüzgarıyla edalı edalı salınması, otların arasında türlü türlü ispinoz kuşlarının yuvaları, yumurtaları, en küçük su birikintisinde bile kıpır kıpır oynayan çömçe balıkları, senfoniyi andıran kurbağa sesleri, böcek vızırtıları, kuş cıvıltıları, kanatları polen dolu arılar Temmuz ayıyla birlikte bir anda sessizlik formatına geçerdi. Zaman şaka gibi değişirdi… Mart-Nisan-Mayıs aylarında düğün evini andıran Bozok Yaylası, Temmuz-Ağustos-Eylül aylarıyla viraneye dönüşürken, bir anda kaybolurdu şenlik alemi… Tamda harman-hasat zamanına denk gelen bu dönemde seyrekleşen ufak-tefek sulak alanlarda türlü ebatlardaki buğalekler, sivrisinekler, Aligopter böcükleri ve ivezler kalırdı.

Ezandan önce kalkılıp, yatsıdan sonra yatılıncaya kadar ırgatlık işleyip, milletin deli gibi çalıştığı, sap-saman, gıyı-gıran onarım işleri hep bu zamana sıkıştırılırdı. Böyüklerimiz “Durulacah zaman dağal yavrım” diyerek ha bire koşuşur ve koşuştururlardı. Toz-toprak, gül-gubür, duman-talaz çok keyifisiz zamanlardı harman zamanı….

            Bostanlıkların yeni bozulduğu, pahlanın, pancarın yeni yolunduğu, pelvelerin, hediklerin yeni gaynatıldığı, setenlerin çekildiği, sokuların döğüldüğü, kumpürün, suvanın yeni söküldüğü, gurunun, dirinin, hazının-dizinin yeni hazırlandığı, unnuhların uğudüldüğü, siyeçlerin vurulduğu, çorahların çekildiği, ahırların kermelendiği, gayitin-gametin gorüldüğü perişanlıklarla dolu dönemdi. Daha bağlar gaynıyacah, bekmezler, çalmalar, eşgiler kuplenecek, ekmek edilecek, zavar uğdülecek, samanlıh yosulacah abııım bi gağnı iş…. Tamda noreciğik, ne ideciğik diye düşündüğümüz bu zamanlarda, köyden etrafa baktığımızda arkasında sinirinden deliye dönmüş saabıyla, çektiği ızdırapla sağa sola çitme atıp deli deli koşan inek, dana, düve, at, eşek, tosun, bızaa, falan görünürdü. Noolmuş bunlara demeden hemen anlardık ki bunları buğalek dutmuş.

            Buğalek Sineğinin, zoolojideki adına ne denir bilmiyorum ama gri ve yeşil tonlarda, eşek arısından biraz daha büyük, kanatları geniş, oldukça çirkin görünümlü, Fantom uçağına benzer tasarımda yaratılmış, uyuşuk bir sinek çeşidiydi. Yapıştımı bir hayvanın sırtına direk iğnesini batırır ve ordan doyana kadar kan emerdi. İnsanlara da konardı ama elin uşağı şaplağnan godunnuydu geberdir atardı kafiri..

            İnek, düve, bızağı, kömüş, at- eşşek.. her neyise.. Konunca sırtına hayvan kovamıyordu da. Kuyruk falan sallıyor fayda etmiyor, ağzı zaten uzanamıyor, boştan yere havaya çifte savurarak sırtındaki acının etkisiyle dağ, bayır kaçıyordu. Arkasında hayvanın sahibi, ekin tarlalarına gitmesin diye apırcın oluyor, bekçiler mal sahibine anlayışsız bir şekilde “Dümbüklük etme, malına sağap olsana. Sığırına, sıpana mıhatol. kormüsün fişmancanın bağına-bostanına giriyor.” falan diye azar ediyo. Adam biçare yetiştikçe sinirinden hayvana deynek yapıştıyor, mal tamamen deliriyo. Karmankarışık, aklın egemen olamadığı kaos bir durumdu buğalek dutması. Delirmemek elde değildi. Mal dururmu yerinde. Bahçe, bostan transit depip, ezip geçiyo. Helede bunun en beteri ve en tehlikelisi ise at parlamasıydı. Birde arabaya koşulu atlara buğelek tebelleş olduysa bittin….  

            Özellikle kanak çayı kenarlarındaki bataklıklar buğaleklerin bol yaşadığı mekanlardı. Bazı böyüklerimiz “Mallarınızı yaylıma guvermeden ıslatın oğlüm, o zaman buğalek gelemez aminim” derlerdi. Bizde malları soğukkuyu ayakkabılarımızla su çekerek ıslatır, üstlerine mintanlarımızı, goyneklerimizi, yağlıklarımızı, azzık sufralarımızı neyi atardık amma imansız Buğalekler sanki o şekildeyken daha çok dalıyodu mübarekleri.

Güdülen sürülerdeki buğalek ızdırabı nedeniyle kontrolsuz kaçan hayvanlar, sahibine ne kadar çaresizlik ve zorluk yaşatıyorsa, etraftaki izleyenlere de emsali görülmemiş bir komedi ziyafeti çektiriyordu. O trajı-komik manzara, biz çocuklara bencillikten habersiz enerji, keyif, neşe verip, ölümsüz bir hatıra olarak ruhumuza kazınırken, sebep olduğu sefaleti idrak bile edemiyorduk. Tabiiki gülme komşuna atasözü boşuna söylenmemiş, bu durum piyango gibi her ailenin başına geliyordu. Bize değmeyen sineğin verdiği izleme keyfimiz günlük ya da anlıktı. 

Bilim-teknik-kimya ilerledi. İlerlediyse tabiiki. Gübre-ilaç, verim artıran alternatif tarım teknikleri vs. değişik metotlar icat oldu. Tarım zararlılarıyla mücadeleler kapsamında ekin tarlalarına atılan zirai ilaçlar, bölgemize özgü bitki ve hayvan türlerinin neslini kuruturken, arada buğalek sinekleri de yok oldu. Sevinsekmi-üzülsekmi derken, kuraklıklığın hinterlandı büyüdü. Suların, toprağın kirlendiği yetmiyormuş gibi kuruyan dere ve özler, yok olan sazlıklar ve bozulan ikliminde etkisiyle cenneti andıran arazilerimiz tamamen viraneye döndü. Buğalekler yok olunca düveler danalar, eşşek, at, gatır ve onları güden çobanlar rahat etti ama doğada bir şeyler oluyordu ve her şey akıl almaz şekilde ters gidiyordu. 

 Zirai ilaçlar yalnızca Buğalekleri mi bitirdi dersiniz. Üveyik, Delirce, Şahin, Alopal, Tavşan, Tilki, rengarenk ve çeşit çeşit ispinoz kuşları, gözlerimize bayram yaptıran süslü kelebekler, bal arıları, çiçek türleri, milyonlarca çeşit böcek vs. gibi saymakla bitmez güzellikleri de yok etti. Ekosistem bozuldu. Endemik zenginlikler yok denecek kadar azaldı.

            Zirai ilaçlar sayesinde millet daha çok buğday kaldırdı. Bağ-bostan verimi aldı ama ürettiklerinde ne lezzet buldular ne de muhabbet hissettiler. Doğadaki dekoratif görselliklerde kalmadığı gibi, hastalıklar ve halsizliklerde çoğaldı. Anladık ki, insanların doğaya attığı bir atom bombasıymış zirai ilaçlar... Kazandıkmı, kaybettikmi anlayamadan sılamıza bağlılık duygumuzda azalınca çirkin şehirlerin ucuz işlerini hedefleyen göçler başladı.

Beceriksiz kimyacıların ürettiği kimyevi ilaçlar, zehirli gübreler, aşılı tohumlar ve dokusu uyumsuz katkı malzemeleri gibi bilim çöplükleri kısa sürede kırıp geçiren birer canavara dönüşüp, can cana, yan yana yaşadığımız bitkilere, hayvanlara ve bizlere zıkıkım etti dünyamızı. Sonu düşünülmemiş bu zehirli zihniyetle hepimiz darmadağın olduk. Eskiden Buğalek duttuğunda malları bayır bayır kaçırırdı, şimdi yok edilen doğa, çirkinleşen köyler, halsizleşen çocuklar, bencilleşen gönüller, kirlenen sular ve hastalanan toprak yüzünden insanlar diyar diyar kaçırıyor. Melek bakışlı hayvanlarımızın yerine ürkünç tipli genetiğiyle oynanmış hormonlu mallar yine akşam olunca eski evlerimizden daha konforlu yapılan ahırlarına giriyor, ama insanlar sığınacak bir gönül, huzurla barınacağı bir delik bile bulamadığından garip garip yaşayacaklarını bile bile yönlerini hep gurbet diyarlarına dönmüşler. Köyde daha çok kazanacakları aşikarken, sersefil olacaklarını bile bile göçüyorlarda. Ciğerlerinde köz olmuş özlemleriyle hatıralarını andıkları sılaya gezmeye bile gelemiyorlar. Yani anlayacağınız buğalek dutma sırası bize gelmiş. Memleketimizde rahat bir yer bulamadığımızdan, gurbet diyarlarında buğalek dutmuş gibi dağ-bayır koşturuyor, nemutlu olabiliyor, ne keyfini çıkarabiliyor nede bir huzur yakalayabiliyoruz. Kör atın kazığa dolandığı gibi dolanıp duruyoruz.