Poyraz sert eserse, tüm dertler birbirinden haberdar gibi gelir, yüreğin ortasında düğümlenir… Atsan atamazsın, söksen sökemezsin… Yeter ki, gelmeye görsünler. Ne zaman ki, dağlar tepeler ılıman seher yeliyle kucaklaşır işte o zaman insan biraz ferahlar. Yaylada şenlenir. Keklikler bayram eder. Sadece onlar mı? Tüm kuşlar seyran eyler… Uzaktan uzağa bir kaval sesi de gelirse gönül, bayram varmış gibi sevinir… Dağlar, tepeler gündüzleyin yeni doğmuş çocuk misali avunur. Gecesine gelince; yayla zifiri karanlığa keser… Yardım Allah’tan, tek dostluk yıldızlardan. Göz ister istemez mavisini, sarısını arar. Hele ki, ayda bir dağın ardına düşmüşse, karanlığa kayıtsız, şartsız teslim olunur. Ha gardaş, geceleyin cırcır böcekleri de mi dilsiz olurlarmış! Karanlıkta ne bir ses ne bir niyaz… İşte size Bozok Yaylası’ndan bir perde…
***
Sonbaharda yapraklar sararır, bir bir toprakla kucaklaşır. Hüzün dört bir yanı sarar... Bir adı da hüzün mevsimi olsaydı, aykırı kaçmazdı… Akbucaka hüzün daha çok kışın çökermiş. Enişte Nihat, Süleyman Öztürk, Efdal Bey öyle söylüyorlar… Ana, baba, ata ocağına ziyarete gelenler, güz olunca gider, kış yalnızlığı beraberinde getirirmiş. Tilkiler gelir, neredeyse sokaklarda körebe oynarlarmış! Bu da yayladan ikinci perde olsun da hüzün defterini kapatalım.
GARDAŞLAR BİR ARADA
Akbucak kısaltılıp Âbucak deniseliymiş. Yıllar yılı böyle anılır olmuş… Hemen karşısında sivri dağı dikilir. Alt düzlükten nazlı nazlı Kanak Çayı akar. Etrafında söğüt ağaçları salkım saçak ağar, bazısı da suya abanır… Kırılıp yatanlarda, Kanak’ı yastık yapar. Köy, hafif yamaçtadır. Bir baştan bir başa bağırsan ses duyulur. O seslere kardeşlerin sohbeti de karışır. Fahri Abi’m, Saygı kardeşim, yeğenimiz Faruk, ver elini Yozgat-Sorgun üstünden Âbucak’ta soluklandık. Refik ve Fevzi kardeşlerimiz bizden önce gitmişlerdi. Nihat Öztürk enişte, bacımız Gülay da sohbetimize dâhil oldular. Güler ablamız rahatsızlığından dolayı gelememişti. Kareden bir eksikle toplandık. Faruk da annesinin vekili oldu. Eskilerden, yenilerden, geçmişten, gelecekten konular, sohbetimizin aşı olup, Refik’le, Fevzi’nin hazırladıkları etler katığımız oluverdi. Dayımız, Efdal ve Süleyman beyler de yanımızdaydılar. Çocukluk arkadaşımız Bünyamin Çamlıdağ, sohbetimizde az da olsa bulundu. Yemekten önce, kardeşim Saygı, Süleyman, Efdal, Faruk köy tarlalarına, bahçelerine, bağlarına doğru yol aldık. Bağların çoğu viran kalmış, ağaçlar âdeta anıtlaşmış, kimi de toprağa yaslanıp uyumayı seçmiş…
DRİNA KÖPRÜSÜ DEĞİL ÂBUCAK KÖPRÜSÜ
Kanak Çayı’nın üstünde, Selimli köylülerine yapılmış bir tahta köprü, gelin, geçin diye bağırıyordu! O sese Saygı kulak verip yürüdü. Bir de hatıra fotoğrafı çektirdi. Köprü dediysem, tek kişinin geçeceği boyutta… Tam yanı böğründe, ada tabir edilen tepe yer alıyor. Haşmetinden, çalımından yanına varılmaz. Oralarda Efdal Bey’in çok hatırası varmış. Hele birinden bahsetti ki, adamın deliliği tez konusu olur da Mazhar Osman’da okutulur. Hatta öyleymiş ki, Bakırköy’dekiler onun yanında, bilim adamı olurlarmış…
Köye dönüşte her yöre toprak kokusuyla doldu. Akşamüstü çiğ düşünce hep böyle kokarmış toprak. Toprak kokusu, hasretlik, gurbet, sevda her birini bağrına basıp da yayar.
Gece Saygı’yla Sorgun’a geldik. Sabah Alişar üzerinden Sarıkaya’ya geçtik. Alişar Höyüğü’nün zirvesine tırmandık. Eh ayağımız, Frig, Lidya, Hitit, Etiler, Med krallarının dolaştığı toprağı çiğnemiş oldu. Bizim o krallardan ne eksiğimiz varmış? Birimiz Gazeteciler Kralı, bir diğerimiz Emlakçılar Kralı… Yalanımız yok…
***
Âbucak’tan vedalaşıp Sorgun’a Doğan Özmen öğretmenimizin otağına ulaştık. Öğretmenimiz de öğretmen ha, Galat Kralı gibidir… Yürüyüşü, bakışı hiç aşağı kalır yanı yoktur. Misafirperverliği anlatılamaz. Selami Ünlü, Ali Ateş, Şahin Özmen dostlarımız da otağda hazırlık yapmışlardı. Serdar’ın sazı, sözü, sohbeti tatlandırdı. İlkindi güneşi boy vermeden, Ankara yoluna düşüp, evlerimize ulaştık…