KIRIKKALE'de mütevazı bir mekândayız. Üst kata çıktık. Sadece biz varız. Sessizliğin tek celladı biziz. Doya doya konuşuyoruz. Rahatsız edeceğimiz kimse yok. Bütün müşteriler alt katta. Sohbet o kadar harikaydı, öyle hoştu ki; ne mekânın nasıl bir yer olduğu ne de yediğimiz yemeğin ne olduğu hatırımda değil.
“Ne zaman derste bu problemi çözsem, buna ‘Böyükata’ problemi diyorum.” dedi ve hikâyesini anlattı. Matematikle ilgili bir problem; konu anlatıldıktan sonra çözülen örneklerden bir tanesi işte.. Problemin mahiyeti de çok mühim değil ama anlatılanları dinlerken, bir örnek insanı seyretmenin cezbesindeyim. Abartmıyorum. O gün tam bir hoşnutluk ve huzur hâlindeydim.
Hemen hemen her okulda yaşanır; her yıl yeni gelen öğretmenlerin acemilikleri, ilk derslerde açığa çıkan tikleri, kendine özgü ayırt edici ifade ve kelimeleri gündem olur. Hele bir de yatılı okuldaysanız. O akşam taklitler çıkartılır, öğretmenin bütün analizi yapılır. Her bir öğrenci farklı bir yönünü ele alır, gençlik döneminin taşkınlıklarıyla kahkahalar atılır. Kimi yerde eleştiriler, kimi yerde takdirler ve övgüler de cümlelere yansır. Çoğunlukla eleştiri, hiciv, ironi vardır sözlerde; lakin yeni gelen öğretmen bazı öğrencilerin hemşehrisi çıkarsa mutlaka korunur, kollanır. Doğal olarak münakaşalar da baş gösterir. Pazarören bunun doya doya yaşandığı yerdir.
Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesine bağlı küçük bir kasabadır Pazarören. Köy enstitülerinin ilk kurulduğu yerlerdendir. Daha sonraları, öğretmen okulu ve öğretmen lisesi olmuştur. Seksenli yıllar. Adı Mimarsinan Öğretmen Lisesidir. Kayseri’den, Kırşehir’den, Şanlıurfa’dan, Muş’tan hatta Kars’tan ve ille de Yozgat’tan çocukların akıp geldiği yerdir. O gelişten sonra Pazarören bizim orası oluyor, hepimiz oralı oluyoruz. Körpe körpe gelir, delikanlı gençler olarak ayrılırsınız. Altı yılınızı orada yoğurursunuz ya da yoğururlar.
Hayata dair pek çok ilki orada öğrendik. Acıları, yanılmaları, yanıltılmaları, yanlış anlamaları, yanlış anlaşılmaları ilkin orada gördük. Özlemenin acısını ve hasretin ne demek olduğunu bütün derinliğiyle tanıdık. Gurbetin emzirdiği çocuklardık. Geleceğimizi, umutlarımızı, hayallerimizi öğretmenlerimizin öğütlerine asmıştık. Onların öğrettiklerinden öte bildiğimiz yoktu aslında. Bir bakıma iyi ve kötüyü, onları izlerken öğrendik. Böyleydi bizim ortaokul ve lise yıllarımız.
Yine yeni bir öğretmen geldi okula. İlk görev yeri bizim orası, yani Pazarören. Matematik öğretmeni. Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Matematik Öğretmenliği Bölümü’nden mezun olduğu yıl atanır. Yaşı 23… Genç ve idealist bir öğretmen. Üstelik Kırşehir’in Kaman ilçesinin Kargın Yenice kasabasından. Sınıfımızda Cebrail Erbek var. O da oralı. Bir yakınlık hissi doğuyor ister istemez. Lise son sınıftayız ve bizim matematik dersini de ona vermiş idare.
Zaten seviyoruz matematiği. Saygınlığı yüksek bir derstir nazarımızda. Değerlidir. Yatkınız, her ne kadar yıllar sonra anlamış olsak bile. Seçilmiş Anadolu çocuklarıydık. Her derse ayrı bir bakışımız vardı. Bunda en büyük pay öğretmenlerindi.
Matematik dersini başka türlü anlatıyordu. ODTÜlü üniversite yıllarımda lineer cebir konularına ve diferansiyel denklemler dersine olan sıcaklığımın temeli o günlere ve o öğretmene dayanır. Teksir kâğıtlarında ayrıntılı biçimde çözümlerini yaptığı ve çok harika bir hazırlıkla sınıfa geldiği günler hâlen gözümün önündedir. Şiir gibi aktarmaya ve her anlattığı noktada işin içine dalmaya çalışırdı. Bana öyle gelirdi. Bunu oldukça doğal biçimde yapardı. Teorem-ispat, teorem-ispat… Ne de güzeldi. Soyut olan konulara ilgim belki o zamanlardan kalmadır. Dinlediğini ciddiyetle dinler. Hiçbir kişiyi ve sözü hafife almazdı. Hasbi ve harbiydi.
Yine bir gün akşam bir sonraki günün dersi için hazırlık yapar. Bir probleme takılır. Çözümü için uzun uzun uğraşır. Gece uykusuz kalır. İki saatten fazla zaman harcar. Sonunda çözer. Ama birkaç sayfada ancak biter. O gece kısa ama harika bir uykuya dalar. Öbür gün derste çok “baba” bir soruyla sınıfı hayrette bırakacaktır. Matematiğin ne olduğunu da anlatacak bir problemdir ve çok iyi bir örnektir. Bütün dersi bu örnekle tamamlayacağını da düşünür. Dersin sonunda bütün öğrencilerin “Vaavv!” diyeceği, hayret içinde kalacağı bir sorudur. Öğretmenler odasından çıkar. Tatlı ve vakur tebessümü, Anadolu gibi temiz ve hafif esmer yüzünde çiçek gibi belirir. Öğretmenleri selamlayarak 6-MAT-A sınıfına doğru ilerler. Uzun bir koridordur. Koridorun sonundaki sınıfa ulaşıncaya kadar, gerideki sınıflarda dersi olan diğer öğretmenlerin çoktan sınıfa girmiş olması beklenir. Ancak, muhtemelen ilk ders 6–MAT-A sınıfında başlamıştır.
Ders bütün sınıfın sükûnetiyle ve ciddiyetiyle hazır olduğu bir atmosferde başlar. Tatlı tatlı birkaç konu anlatıldıktan sonra, sıra o “baba” soruyla gerçekleşecek müthiş ana gelmiştir. Problem tahtaya yazılır. Öğretmen en az 15 dakika bekledikten sonra çözüme geçecek ve kendisi çözecektir. Dolayısıyla ders bitinceye kadar ancak çözümü tamamlanabilecektir. Bu sınıfın da yazı tahtası geniştir. Belki de hiç silmeden bütün tahtanın doldurulması planlanmıştır. Fakat soru sorulur sorulmaz daha bir iki dakika geçmeden bir öğrenci “Ben çözdüm hocam!” der. Öğretmen ihtimal vermez. Hafif gülümseyerek boyunun kısa olması sebebiyle sınıfın önlerinde oturan öğrenciye döner. “Ne buldun?” der. Öğrenci bulduğu sonucu söyler. Sonuç doğrudur. “Ulan Mustafa attın ama tutturdun!” der. “İsterseniz çözeyim.” der Mustafa. Kalkar ve tahta da üç satırda çözer soruyu. Bu tip olaylar çokça yaşanırdı Pazarören’de. Ne Mustafa o sınıfın en yüksek notlarına sahip öğrencisiydi ne de o soru o kadar zor bir problemdi. Sadece probleme farklı yönden bakmakla ilgiliydi. Hiçbir öğrenci bu durumun özel bir durum olduğunu düşünmedi. Mustafa da öyle düşünmedi. Öğretmen de akşam uykusuz kaldığını hissettirmedi. Fakat mesleğini aşkla yapan idealist bir öğretmenin meslek hayatı boyunca unutmayacağı, o konuyu anlattığında ve problemi çözerken de “Böyükata Problemi” diye niteleyeceği bir hatırayı da taşıyıp götürecekti.
Kıymetli hocam; yıllar sonra Kırıkkale’de buluşmamızdan pek bir şey anlamadım. Hatta daha sonra bir araya gelip ailecek buluşmamızda da doyamadım. Mezunlar buluşmalarında bulunuşunuz da azdı. Tadımlıktı. Oysa yine görüşecektik. Yine konuşacaktık. Yine hâlleşecektik. Her şeyin yarım kalacağı doğruymuş. Yarım kaldı işte...
Ramazan ayında bir virüs sebep oldu ve gittin! Uzun yıllar çalışmakta olduğunuz Kırıkkale Fen Lisesi’ndeki öğrencileriniz de sizi bizim kadar sevmişlerdir. Şüphem yok özleyecekler. Öğretmenlik gönül işidir. Hangi ders olursa olsun, öğrencisiyle gönül köprüleri kurabilendir öğretmen. Siz bir öğretmendiniz. Hakikatli bir öğretmen.
Ebediyete gitti; her güzel olan gibi, bir güzel insan: Haydar Orhan... Mekânın cennet olsun canım hocam! Allah orada nasibini bol eylesin! Amin…