''GÜN geceye kavuşur, yüreğin uyuşur. El çekersin bütün dünyadan.” diyor bir şarkının sözleri ama etrafımızda acı gerçekler yaşanırken el çekmek mümkün mü dünyadan?
Akşamüzeri eşimle birlikte balkonda oturuyoruz. İşten dönen insanlar, ellerinde ekmek poşetiyle evlerine giriyorlar tek tek. Gençlerin ayaküstü sohbetleri hala devam ediyor. Corona en çok onların işine yaradı. Hafta sonları uygulanan sokağa çıkma yasaklarında, karşı komşumuzun evinin önünde toplanıp gece geç saatlere kadar okey oynadılar. Birbirlerine yiyecek, içecek siparişi verdiler, sohbet ettiler. Zamanı, parayı, sevgiyi paylaşıp arkadaşlık duygusunu daha içten, daha cömertçe yaşadılar.
Güneş güne küsüp kaybolmuş, gün geceye teslim olmuştu artık. Hüznün bedenimizi, beynimizi yavaş yavaş sarmaya başladığı saatlerdeyiz diye düşünüyordum ki; kızım elinde telefonu ile fırladı salondan balkona.
Anne gördün mü şu haberi?” dedi. Telefonunu elime verdi.
Oğlum da kızım da zaman zaman komik, eğlenceli videoları benimle paylaşırlar, birlikte güleriz. Ama bu, öyle komik bir şey değildi.
Benim kızımdan önce okuduğum bir haberin videosuydu. Alışveriş merkezinde istediği ayakkabıyı almayan annesini merdivenden iten, bağıran çağıran kızın içimi acıtan videosunu izleyen kızım, büyük bir öfkeyle balkona fırlamıştı.
Ben orada olsaydım, kavga ederdim!” dedi.
Oysa kavga etmeyi bırakın, sesini dahi yükseltip konuşamazdı. Cesaretsizliğinden değil, kavga ve şiddete karşı olduğundan.
İnsan annesine bunu yapar mı ya!” dedi, isyan eden mimik hareketleriyle.
Sarıldı, yanaklarımdan öptü. Olmadı, bir daha sarıldı, bir daha öptü.
Sanki bu suç onundu. O itmişti sanki annesini merdivenden. Gözleri doluydu, ağlamamak için öfkesini ön planda tutuyor, gözyaşlarını bastırıyordu. Henüz 14 yaşındaki naif yüreği incinmişti, bir evladın annesine karşı acımasızca davranışını kabullenemiyordu.
Hayatımızda bir şeylerin yanlış gittiğinin ya da eksik olduğunun farkındaydı.
Gençlik nereye gidiyor? Herkesin sorduğu bu soruyu sessizce kendime soruyorum. Biz, nereye göndermek istersek oraya gidiyor diyorum sonra.  Belki vicdan, vefa, iyilik dünyasına; belki de karanlıkta koşar adımlarla kötülük diyarına.
İnsan beyni böylesi durumlarda daha mı hızlı çalışıyor? Aklıma internette okunma rekoru kıran bir üniversite öğrencisinin; sürekli “Gençler nereye gidiyor?” diye yakınan bir köşe yazarına verdiği cevabı beynimde belirdi. Bir bölümünü sizlerle paylaşma ihtiyacı duyuyorum.
''Siz dedelerinizin emanetine sahip çıksaydınız, biz de yarınları emanet olarak kabul ederdik belki. Ama şu durumda hiç emanet alacak dururumuz yok. Kusura bakmayın!
Geçmişini unutturduğunuz bir nesle, gelecekten ödev veremezsiniz!
Bu yüzden aranızdaYeni nesil şöyle, yeni nesil böyle!diye konuşup durmayı bırakın!
Senin yaşında Fatih İstanbul’u fethetmişti'' diyerek demogoji de yapmayın! Evet, 21 yaşındayım ama Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta değilim.
Çünkü benim babam II. Murad değil, hocam da Akşemseddin değil.
Zaten İstanbul da Fatih’in fethettiği İstanbul değil.
Geçmişin büyükleri başarılı olmuş, doğru yetiştirdikleri ve iyi eğittikleri gençlere, sahip çıkacakları değerleri ve ülkeleri olduğunu öğretebilmişlerdi.
Bugünün haşin, doyumsuz, hal bilmez, saygısız, bencil, öfkeli dediğimiz gençliğini biz doğurduk; bizim bedenimizin bir parçası onlar, biz büyüttük onları duygudan, görgüden, saygıdan, değerlerden, ahlaktan, insanlıktan uzakta.
Sarıldım kızıma incinen anneler niyetine…