CUMHURİYET'in ilk yıllarının ardından, çok partili yaşama geçildi. Ülke nüfusu hızla artmaya başladı. Tarımdan sanayiye geçiş, kentleşme ve bunların getirdiği sağlıktan eğitime, kültür ve sanata kadar, insanın gelişimi için olması gerekenler kentlerde toplandı.
İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere; büyük kentlere Anadolu'dan göçler başladı. Göçlerle beraber, metropollerde bir gecede yapılan gecekondular arttı. Gecekondulardaki yaşamın en belirgin özelliği, Anadolu geleneklerinin kısıtlı da olsa sürdürülmesiydi. Çok katlı mimari ile komşuluk ilişkileri azalırken gelenekler de bir bir unutuldu.
İş kollarının çeşitlenmesi, artan gelir düzeyi, inşaat sektörünün yayılıp büyümesi, ikamet alanlarının cazip hale gelmesi ile süregelen betonlaşma; 2000’li yıllarla birlikte doğanın talan edilmesine dönüştü. Gecekonduların yerini hızla çok katlı dikey mimari alırken toprak, toprağın sunduğu yeşil alanların yanı sıra gökyüzü de insan yaşamından giderek uzaklaştı.
Başımızı pencereden çıkardığımız zaman gördüğümüz sadece beton ve demir yığını duvarlar. Yayalar ve araçların hareketi için ayrılmış alanların çevresinde yükselen devasa binalar, küçük ve gün ışığından yoksun, gündüz saatlerinde bile elektrikle aydınlatılan işyerleri ve evler…
Gökyüzü, güneş, doğanın insan yaşamındaki önemini, Nazım Hikmet’in uzun yıllar kaldığı hapishanenin bahçesine çıkarıldığında söylediği şu sözleri en iyi şekilde anlatır.
"Bugün pazar. 
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak, bu kadar mavi, bu kadar geniş olduğuna şaşarak kımıldamadan durdum. 
Sonra saygıyla toprağa oturdum..."
Tarım ve hayvancılığın yok edilmesiyle zorunlu göç ederek kentlere yerleşenler; köyüne, ilçesine, kısacası Anadolu’nun henüz rant uğruna kepçe girmemiş, HES uğruna ormanı, ırmağı yok edilmemiş yerlerine gidince Nazım’ın sözlerini hatırlamalarını umuyorum.
Sağımız solumuz, önümüz arkamız beton, taş duvar. Hislerimizin çarpıp yok olduğu taş yığınlar…
Rant hırsıyla dikilen binaların arasına sıkıştırılmış parklara götürdüğümüz çocuk ya da torunlarımızın; karıncayı, kuşu, yeşili tanımalarını bekliyoruz.
Oysa bizler Yozgat’ın bağında, bahçesinde, tarlasında, deresinde, ırmak kenarlarında, doğa ve toprakla büyümüş insanlarız.
Bu yüzden doğduğumuz toprakların çekim gücü olduğuna inanırım. Nerede, hangi şartlarda yasarsak yasayalım; aklımız, fikrimiz, yüreğimiz hep doğduğumuz topraklardadır. Evimiz, bahçemiz, tarlamız bizi çeker kendine. Hiçbir şeyimiz yoksa bile anılarımız, büyüdüğümüz yerde öylece bekler bizi.
Doğup büyüdüğüm Çekerek’i çok severim. Sosyal medya üzerinden paylaşılan video, resim, canlı yayın ne görürsem izlerim. Geçen gün çekilen bir videoyu büyük bir hevesle izlemeye başladım. Her şey çok güzel. Toprağımız yeşillenmiş, güneş ilçemizin üzerinde. Videoyu izlerken ilçeye biraz uzakta yaklaşık 15 kattan oluşan ikiz blokları gördüm. Kimileri sevinebilir çok katlı apartmanları görünce ama ben sevinemedim. Doğup büyüdüğümüz tek katlı, bahçeli evlere tepeden bakan kibirli, Çekerek’in doğal görüntüsünü bozan ikiz bloklara bakınca “Dikey mimariye geçiş mi başladı?” sorusu ile içimi bir korku kapladı.
Betonlar arasına sıkışmış yüreğimiz; şimdilik yazdan yaza ilçemizde, köylerimizde nefes alıyor. Ayağımız toprak görüyor. Gökyüzüne sanki elimizi uzatsak dokunabiliriz özgürlüğü ile doyasıya bakıyoruz. Bahçelerimizde eskisi gibi semaverleri yakıyor, çayımızı içiyoruz. Çocuklarımız toprakla, çamurla oynamanın keyfini yaşıyor.
Güzelim ilimizin, ilçemizin beton yığınlarıyla şehirleşeceğini düşünenler derhal bu hevesten dönmeliler. Beton yığını yerine bol bol ağaçlandırma yapmalılar.
Demem şu ki; İnsan, evinin penceresinden bakınca toprağı görmeli, eli erik ağacına değmeli. Erik koparmalı, eliyle silip oracıkta yemeli. Kuşlar daldan penceremize, penceremizden dala uçup konmalı. Dans etmeli, sesi evin içini doldurmalı. Karıncalar basmalı balkonları, bir ayağımız bahçede bir ayağımız evde olmalı. Öyle yakın olmalı insan toprağa.
Dikey yapılaşmanın olduğu şehirlerde, artan nüfus nedeniyle tarım alanlarının daralmaması gerekçesini hoşumuza gitmese de geçerli bulabiliriz. Fakat Yozgat ve ilçelerinin verdiği göçlerle azalan nüfusu, desteklenmeyen tarım ile boş kalan tarım arazileri söz konusu iken dikey yapılaşmayı onaylamak imkânsız.
Ben dikey-yatay mimari bilmem. Bildiğim bir şey varsa o da 15 katlı apartmanın 12. katında yaşamdan kopmuşçasına, kuş sesinden uzakta, toprağın, çiçeğin kokusundan habersiz yaşamamalı insan.
İnmeli, Nazım Hikmet gibi saygıyla oturmalı toprağa.