BİR varmış, bir yokmuş, Allahın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellâl iken, sıçan berber iken, biz on beş yaşında, anamın babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; var varanın, sür sürenin, destursuz bağa girenin hali budur hey Haag... Yaranı safa, Bekri Mustafa, kaynadı kafa... Ak sakal, kara sakal, kınalı-Pembe sakal, yeni berber elinden çıkmış bir taze sakal.. Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamamcı olsam dost ahbap hatırı... hiç birisi benim kârım değildir. Doğru kelâm, bir gün başıma yıkıldı hamam... Dereden siz gelin, tepeden ben; anasını siz sevin, kızını ben; sandığa siz girin, sepete ben; tahta merdiven, taş merdiven, toprak merdiven... Tahta merdivenden çıksam yukarı; ol zodik kızlar, andıkça yüreğim sızlar; ey Kara fadik ben perdeyi kaldırdım, baktım köşede bir hanım oturuyor. Şöyle ettim, böyle ettim, tabanının altına bir fiske vurdum, su perisi gibi tiril tiril titriyor. Buradan kalktık gittik, gittik, gittik; az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik. Vara vara vardık Çapanoğlu Yozgat iline, tırmanıverdik çamlığın tepesine, beş çamlardan seyreyleyip alemi, iniverdik arka eteğine. Bugüne dek dokunmadık kimsenin hezeni-merteğine.
Ne de olsa burası, Bozok yaylası. İlim irfan yuvası, bir orduyu doyurmuştur fakirinin sofrası, zamanın behrinde ipten adam almıştır Cebbarzade softası. Orada kurulmuştu Bozok adıyla bir darülfünun; Akademi içinde vardır edebi bir mektep, talimhane de halkın ilmine münhasır, muhasip bir Ece.
Sıkılmış otağında bir gece; toplayıp havarilerinin başına, orun etmiş emrini; “her bir kişi üç masal derleye” Yaşı atmıştan yukarı kişilerden dinleye, bir kişi diğerinin kaynağına ermeye, Yozgat ili dışında iz sürmeye…!
Bir bir yola döküldü softalar, elde kalem ve kağıt, her resim para etmez, kayıtlı görüntü yetmez, her şeyin en alası, bul bir masal…
Çil yavrusu gibi, her bir bir yana dağıldı çömezlerin; yaşını başını almış kişileri süzdüler, el pençe divan edip hallerin arz eylediler; “ey benim nur yüzlü emmim, ey benim bilge ninem, bana bir masal anlat”…
Nur yüzlü ihtiyar; Ey benim güzel kızım, hastayım ondan soluktur benzim, ben masal bilme kuzum, var derdini şuradaki dedene anlat.
Bilge ana; ey benim yiğit oğlum; kırıktır kanadım kolum, bilmem ne ola ki sonum?
-Derin ile dertlenirim, yalnızlık nedir bilirim, eğer bana bir masal anlatırsan, sevincimden deliririm…
-Yedi baş horantaydık, yavruları gurbete saldık, herifi ahrete yolladık, şu koskoca hanede dört duvarla arkadaş olduk.
-Sen beni evladın belle, hele bana bir masal söyle, bir varmış bir yokmuş diyerek, bala tuz katmadan koyunu kurda satmadan, Mıstıcık’tan kel Fatma’dan, congulusu uyartmadan…
-Masal neyim bilmem oğul, elimde var dedenden kalma bir bavul, getireyim de bir bak, her biri tomar evrak, sana zahmet olacak, ayırıver yaprak yaprak.
Tahta bavul açıldı, içine yuva yapan sıçanlar etrafa saçıldı, kağıtlar kırık kırpık, kimi yarıdan kopuk, dürüm gibi dürülmüş, kendir iple sarılmış bir tek o sağlam kalmıştı, kapatıp kilit vurdu, yüklük altına sürdü, bunca olan bitenden hemen bir masal uydurdu.
Deri üzerine işlenmiş bir harita bulunmuştu, harita ortasında küçük bir ada, ada içerisinde kaya, kaya içinde kapı, altmışa altmıştı çapı, uzattı kafasını, bir göz süzdü içeri, eline bir taş alıp fırlattı odaya, sanki Nuh tufanından beri ayak değmemişti buraya. Çakmağı çaktı, çırayı yaktı, içeride ALLAH’ın canlı varlığı bile yoktu. Durup düşündü, elindeki harita meşindi, dalıverdi dar kapıdan içeri, ne olur ne olmaz, çeki verdi hançeri.
Az gitti uz gitti, bir yıl, bir yaz, bir de güz gitti, ben deyim bedesten siz deyin Türkistan, rızkı veren ALLAH’tı, bir eli yağda diğeri balda, bineği alev atlı, ser verip sır vermenden, cine periye değmeden bir kaftan giyindi ki, altın sırma işlemeli, yakası zümrüt süslemeli, iliği elmas düğmeli.
Hızır idi yoldaşı, altın ederdi her değdiği taşı, neydi masalın başı?

BANA BİR MASAL ANLAT YOZGAT
Birden çatılı verdi kaşı, ağrıyacaktı başı, eğilip Alev atın kulağına anlattı ince işi.
El uzattı Hızır taşa, taş dönüştü altın tuğa, aldırmadan aza çoğa, düştü tekrar yaya yola, İnce çayır ininden, Kavurgalı köyünden, Recepli çaplık yolundan huzuru divana vardı. Kral sefere çıkmış kraliçesi tahttaydı, yücedeydi makamı, tam üç yüz altmış merdiven saydı. Başında tuğu, elinde meşin nameyi gören nökerler onu padişah sandı. Açıldı tüm kapılar, Ece’nin huzurundaydı. Saygıyla eğilirken önünde, başındaki tuğ kaydı. Yuvarlandı tıngır mıngır, köşk sallandı şangır şungur, masal bulamadım amma, Kraliçem bu tuğ senin şanındandır, deyip tuğçeledi. Sıratı geçse de Tuğçe’den geçemedi.