İlk kez askere giderken yalnız bırakmıştım seni ve yine ilk kez hasreti asker ocağında yaşamıştım…
    Ne zor olmuştu senden ayrılmak, son mektubu avuçlarına bırakmak ve son bir kez sarılmadan ayrılmak…
    Otobüse bindiğimde önce gözlerinden fark etmiştim, kalabalığı bıçak gibi kesen zümrüt yeşili gözlerinden…
    Ben ağlamam diyordum ya, sana sarılıp tekrar bindiğimde otobüse, şehir üstüme yıkılmıştı, altında kalan yirmi yaşında bir delikanlıydı, alabildiğine ağlıyor ve alabildiğine kahroluyordum, giderken ben…
    Annem, babam, kız kardeşim arkadaşlarım hepsi oradaydılar oysa, ben son kez doya doya sarılamadan ve doya doya gözlerine bakamadan gidişimi düşünüyordum. Onların olması güzeldi ama senin yokluğun her acının ve her hasretin üstüne çıkıyordu…
Hiç konuşmamıştık sadece bakıyorduk ve bir daha bir daha sarılıyorduk. Yalancı bir mavi asılıydı oto garın üstünde ve yalancı bir bahar.  Yağmur yağıyordu ben giderken, otobüsün camından kaybolana kadar sana bakarken, gözlerimin yağdığı gibi. Saçların ıslanmasın istemiştim, gözlerin yalancı maviye bakmasın ve bu medar iklime aldanmasın istemiştim yüreğin…
    Nasıl olsa dönecektim, vatan borcu biter bitmez gelecektim.
    Kışlada ilk sabah çok sancılıydı, seni düşündüm, ilk çayımın yudumunda  boğazıma düğümlendi hasretin, içmedim…
    Sabah, akşam bir şey yemedim, seni düşündüm, daha ilk lokmada gözlerin, kıyıp dokunamadığım saçların, yüreğime oturdu, yutkunamadım bile…
    Aç kaldım önceleri, sonraları yaşamak için yedim, sana kavuşmak için, bir daha ellerini tutabilmek için… Askerlik zormuş sevdiğim, gurbet daha bir zor, sılayı özlemek ölümden betermiş sevdiğim.
    Hele sevdiceğini bırakıp gelmek, ölümün ta kendisiymiş sevdiğim…
    Hep seni düşündüm, senin özlemin ayakta tuttu beni, senin sılada ki bana özlemeni düşünüp teselli buldum. Yalnızlığını anlamaya çalıştım, ne de olsa sen tektin, ben burada daha çoktum…
    Her tren bağırtısında cebeci istasyonunu düşündüm ve cebeci camini, sana çıkan yokuşu, tekliğini, akşamlarını, bana olan hasretini, düşkünlüğünü düşündüm, üzüldüm…
    Kaç kez firar etmek geldi içimden ve kaç kez ölmek, tek senin sevgin ayakta tuttu beni ve zümrüt yeşili gözlerin…
    Bir akşam cebeci sırtlarında, diğer akşam Mersin Cennet Cehennem mağarasında, Atatürk parkında sonra botlarımın bağcıklarında bana ilk botu aldığımız Ankara sokaklarında, ellerinin ellerimde eridiği kurtuluş parkında oluyordum ve vazgeçiyordum şu köhne dünyada seni yalnız bırakmaktan…
    Aslında anlamalıydım gözden uzak gönülden de ırak oluyormuş sevdiğim. Lakin yürek bu, sana ne zaman bir leke kondurmaya çalışsam, beni öldürürdü sevdiğim ve sevdiğim ben yüreğimin mahkumuyum şimdi…
    Duydum artık bir başkasını seviyormuşsun, ne çabuk zümrüt gözlüm, ne çabuk unuttun oto gardan uğurladığın o deli mavisi göğün altında öldüğümüzü, ilk hasrete uğurlayışının göz yaşlarını, dakikalarca gidişime baktığını, “seni seviyorum…” Diye ağladığın, ağladığımız gecelerimizi ve her zaman yanımda olacağına dair söz veren yüreğinin sözlerini ne çabuk unuttun…
    Nasıl olsa dönecektim, vatan borcu biter bitmez gelecektim.
    Bu kadar kolay mıydı?.. Yüreğinin vatanını bir başkasına işgal ettirmek sevdiğim. Ne çabuk unuttun ve ne çabuk sevdin sevdiğim?..
    Kulaklarım sağır olsaydı da duymasaydım, ölseydim bir şarapnel parçasında ya da kalleş bir pusuda, kalleş bir kurşunla vurulsaydım, son kez ismini tekrarlayıp ölseydim de bir başkasıyla olduğunu duymasaydım sevdiğim, şu kurşun öldüren pusularda ve tokat ağlatan acı sözlerinle bir başıma şu asker ocağında kalmasaydım sevdiğim…