Parmaklıkların arkasından bakan gözlerim, karanlığı, aydınlığı ve dahası seni seçemiyor…
Her geçen gün biraz daha uzaklaştın hayatımdan. Bunu bilerek yaptığını biliyorum. Sözde böyle olması ikimiz içinde en iyisiydi. Yoksa dayanamaz asla ayrılamazdık. Yapboz olsun istemedin, duygularımız sağlamdı çünkü ve gevşeklik duruşumuza aykırıydı.
Ay düşünce sokaklara gözlerim özlerdi önce sonra bakışlarım gelişine takılır kalırdı. Ankara’da karlı temmuzlar yaşanırdı o zamanlar, bozacılar bağırmasa da; “booozaaaa” diye, ben gözlerimde önce şubat sonrada mart olur doyasıya yağardım gelişine.
Buz keserdim yüz yıllık küpeştelerin altında. İlk gördüğün an yorgun yuvasına çökmüş gözlerimi, ellerime uzanırdı ellerin ve “Parmakların yine donmuş derdin” ya da, o gün küssek hiç yüzüme bakmaz yürür giderdin. Ne garip bir aşktı bizimkisi, kargalar bile gülerdi. Yetmez sokağın diğer duldasında bekleyen annen; “gııızzz kör olmayasıca tez tez yürü…” diye bağırıp dururdu her akşam ve o takvim yapraklarında tükenen temmuzlarımıza kar yağardı. Oysa temmuzdu, heyecandan başka bir şey değildi avuçlarımın terleyip sana buz kesmesi. Sen, “temmuza yine kar yağdırdın” diye, kuru, ürkek dudaklarının arasında mırıldanır geçer giderdin. Dedim ya, oysa temmuza kar falan yağmazdı, sen bana yağardın buz gibi ve ben buz keserdim yüz yıllık bir küpeştenin altında…