Eylül ayından beri İleri Gazetesinde denemeler yazıyorum. Kaleme aldığım yazılar genellikle sanat ve biraz da edebiyat ağırlıklı. Edebiyatı  bilmem ama ilgi ve bilgi alanım sanat. Edebiyat benim kalem saham değil. Fakat şiiri severim. Kim sevmez ki şiiri? Bu hususta hemfikir olduğumuzu sanıyorum. Bildiğim ve anladığım kadarıyla her Türk müteşairdir. Ve de inanıyorum ki her Türk şair yaratılışlıdır. Aslında şair olmak için şiir yazmaya da gerek yoktur, şiiri, şiiriyeti anlamak sevmek kȃfi ve vȃfidir. Sanırım belki bu yüzden şiirden daha fazla söz ediyorum. Şiirden söz eden sanattan söz ediyor demektir. Şiir kendi kendine yeten en güçlü sanat olduğu için, tamamen soyut olduğu için şiiri anlamak her babayiğidin harcı değildir. Şiir, şair, şuur derken lafı uzattık. Alanımız dışına sarktık.  Her horoz kendi çöplüğünde ötmeli, herkes kendi bahçesinde dolaşmalıdır. Şiirden anlamam diyenlere, anlamaya neden bu kadara takıyorsunuz anlamıyorum diyesim geliyor. Edebiyatçılar arasında şiirden anlamayanlara taş atanlar da yok değil. Mesela bir divan şairimiz şiiri güzellere verilen selama benzetiyor. Emeğinin boşa gitmemesinden yakınıyor. Efendim Yozgat’ ta bir şiir ve şair müzesinin açılması dileğini bir yerler de okuduğumu hatırlıyorum. Şiir müzelerde değil, gönüllerde, dillerde yaşar. Şiir isyandır, hayrettir, ibadettir; vefasız sevgiliye hitaptır, şiir sevenin dilinde ifade-i meramdır. Şiir benim gönül maceramdır. Sürmeli şiiri müzelerde değil gönüllerde yeşerdi, yaşadı. O bizden önce yaşayan Yozgatlıların maddeleşen ruhudur. Onun yeri müzeler değil gönüllerdir. Yazdığım denemeler ya bana gelmiyor ya da geç geliyor. Ben de bilgisayarımdan takip ediyorum. Kalemdaşlarımın yazdıklarını okuyanların nüfus sayımını yapıyorum. Doğruya doğru. Yanılmıyorsam benim denemelerimin okuyucusu az. Ne yapalım Sayın Kayahan’a söz verdik bir defa.
Koş boşuna gözyaşına
Taş başına peşpeşine Mükrimin
Bu arada İleri’nin yazar kadrosuna da diyeceklerim var. Onlara başarılar diliyorum. Bu kadar yazacak şeyi, sözü nereden buluyorlar bilmiyorum. Allah kolaylık versin. Onlardan bana, “aramıza hoş geldin” dileklerini duyar gibi oluyorum. Yoksa yanılıyor muyum? Bütün bunlara rağmen Yozgat’la, Yozgatlılarla muhabbet etmek güzel, sıla-i rahim gibi. Seviyorum Yozgat’la muhabbeti. Gene de öylede böylede en kestirme en manalı yol şiir. Eğer hafızam yanıltmıyorsa “ son günlerde o benden ben de ondan şikâyetçi” Fatih Sultan Mehmet bile kimsesizlikten yakınıyor.
Kimsesiz yok kimse, herkesin var kimsesi
Kimsesiz kaldım, medet ey kimsesizler kimsesi.
Yahya Kemal ise bir başka müşteki kimsesizlikten;
Ey kimsesizler, el veriniz kimsesizlere
Onlardır ancak el verecek kimse, sizlere.
Belli ki ben de kimsesizim. Ben de şikâyetçiyim kimsesizlikten. Ey kimsesizler mısraında kimsesizler kelimesini ey Yozgatlılar diye okuyun. Size el ve dil verecekleri hatırlayın. Onları yâd eyleyin lütfen. Ha bu arada Sevil Köksal’ın Benden Başka Kimisi Var adlı denemesinin zarafeti, güzelliği de hatırlanmaya değer. Bendeniz Hacı Reşid’in oğlu, üniversite artığı Prof. Dr. Nihat Boydaş’ın kimisi var Yozgat’ta. Neyse devam edelim. Bunca sözden sonra en iyisi Doğu Kültüründe çok kullanılan tahkiye yöntemi, Mevla’nın yolu. Seçtiğim mesel, hikâye diş, böbrek, ev taşıma ağrısı gibi değil, öyle olsa bile anlatacağım.
Malumdur benim sühanım, mahlas istemez
Fark eyler anı  şehrimizin nüktedanları
Ayrıca şunu da ilave etmek isterim, nüktedan esperiden anlamayan nesle, Yozgatlılara da aşina değiliz!       
Hikâye bu ya, padişahın biri her nedense müsahibine kızmış, ceza olarak ya kelleni alırım ya da şu deveye İhlâs suresini ezberletip huzurumda okutursun der. Müsahip aman devetlüm etme eyleme, Deve nasıl İhlâs Suresini okusun diye yakarır yalvarır fayda etmez. Padişahın dediği dedik çaldığı düdük. Zavallı müsahip bu meselenin çözümünü bulmak için saraydan ayrılıp halkın arasına karışır. Nihayet çok bilgili, çok ünlü, çok sevilen bir bilge kişiyi bulur varıp kapısını çalar. Olayı anlatır. Bilge kişi gayet sakin ve kendinden emin bir sesle
Ondan kolayı ne var? Ben o deveye değil İhlâs Suresi, Yasin- i Şerif’i bile okuturum der.
Müsahip:
-Aman efendim İhlâs Suresini okudu da Yasin Suresi mi kaldı. Sen deveye İhlâs Suresini bellet yeter der. Bilge kişi bizim müsahip efendiden 1 hafta mühlet ister ve işe başlar. Kuran’ı Kerim’in her sayfasının arasına kuru bir incir koyar. Çünkü develer kuru incir yemeyi çok severlermiş. Deve Kur’an-ı Kerim’in sayfalarını dili ile çevirip bulduğu kuru incirleri yer ve bu olaya giderek şartlanır ve iyice alışır. Bir haftadan sonra deve padişahın huzuruna çıkmaya hazırdır. Ancak bu sefer Kur’an-ı Kerim’in sayfa araları boştur. Öte yandan müsahip, padişaha devenin İhlâs Suresi şöyle dursun Yasin-i Şerif’i bile okuduğunu söyler. Deve huzurda alıştırıldığı gibi Kur’an-ı Kerim’in sayfalarını dili ile çevirmeye başlar.
Ancak sayfaların arası boş olduğu için öfkelenmekte ve homur homur homurdanmaktadır. Olayı seyreden padişah daha fazla dayanamayıp müdahale eder:
- Ben bu gördüklerimden bir şey anlamıyorum. Bu deve ne okuyor böyle diye müsahibini azarlayınca müsahip şöyle der:
Devletlû  padişahım, deve Kuran-ı Kerim’i okumasına okuyor da, zat-ı aliniz devenin dilini bilmediğiniz için siz onu anlamıyorsunuz!
Yeni yılın tüm İleri Gazetesi çalışanlarına, Yozgat’a, Yozgatlılara, ülkeme, insanlığa hayırlı uğurlu olmasını bütün kalbimle temenni ediyorum.