-Aç değilim, teşekkür ederim. Lakin içecek bir şeye hayır demem. 
Bu cevabı alan İffet hanım kızlarına seslendi:
-Masayı hazırlayın, meze çıkarın, Rakıyı soğutun. 
Kadın sanki emir yağdıran bir komutan gibi cümleleri sıralarken elinde tepsi ile ilk kız oda kapısında göründü. Beyaz perdenin sarışın dilberlerini andıran bu kızın üzerindeki ipek entari ancak paris modaevlerinde bulunabilirdi ve satın almak için deminki bahsettiğimiz rençber iki hasatın parasının üzerine tefeciden de yüklü bir borç almalıydı ve sulak tarlasını ipotek vermeliydi. Masaya tepsiyi bırakan sarışın afet kızımız kendini tanıttı:
-Hoşgeldiniz efendim, 
ben Zerafet. 
-Memnun oldum efendim. 
Dili tutulacaktı Hazım beyin. Rahmetli eşi Peyker hanım biraz sade bir kadındı, modadan ve bakımdan hazzetmez, benim doğal güzelliğim diye dudağının üstündeki tüyleri bile aldırmazdı. Birgün hatırlı bir restoranda yemekte iken, içtiği ayranın beyazlattığı bıyıkları yüzünden elaleme rezil olmuşlar, Hazım bey silah zoru ile bıyıkları cımbızla yolmuştu. Kadından yana fakir bir geçmişi olan Hazım bey İffet hanım ile yetinmeye niyetlenirken odaya giren Zerafet ile darmadağın olmuştu. Zerafet karşı koltuğa oturmuş, annesinden gelecek yeni bir emri beklerken, odanın kapısından içeriye bir esmer güzeli girmişti. Elinde taşıdığı buz gibi soğuk rakıdan duman çıkaracak kadar sıcak olan bu kız sanırım Hazım bey için ikinci depremdi. Erzincanı perişan eyleyen depremlerin bu kızın yanında hükmü yoktu. Boyu posu, endamı. Bizim yeşilçam sineması nasıl keşfedememiş bunu diye düşündü, bulsalardı bu kızı sinemanın "sultanı" olurdu.
-İyi akşamlar efendim, ben Hamiyyet. 
-Memnun oldum Hamiyyet.
Hazım bey ilk kararsızlığını orada yaşadı. Zerafet mi? Hamiyyet mi? deseler kolay kolay hiçbir Türk erkeği karar veremezdi. Akşama kadar tarlada, çapada eli yüzü nasır tutmuş kaşık düşmanı tabir edilen Anadolu ve Rumeli kadınlarına benzemeyen bu kızlar sanki bu kasabaya gökten zembille inmişti ve bunları doğuran o ana yani İffet hanım kutsal bir kişi olmalıydı. Güzelliğin toplandığı bu ev bir işret evi değil de haşa bir türbe gibi mübarek bir evdi. 
Hamiyyet rakı kadehini doldururken cömert davranıyor, İngiliz kumaşı gömleğinin açık düğmesine aldırmıyordu. Nereye bakacağını bilemeyen Hazım bey biraz kızarmıştı lakin bu kızarıklıkta utancın en ufak bir payı yoktu. Şehvetin emareleri kendini gösteriyor ve boynundaki kravatı biraz gevşetiyordu. Hamiyetin süsü sayılacak olan İngiliz kumaşı gömlek ve kısa eteği için daha evvel zikrettiğimiz rençber nesi var nesi yok satmış, Almanyaya işçi yazılmıştı.
Zerafet'in yanına oturan Hamiyyet göz ucuyla Hazım beyi süzüyor, annesinden gelebilecek yeni bir emir için de tetikte bekliyordu. Kapı yeniden açıldığında her sürprize hazır olan Hazım bey yerinden fırladı. Ellerinde  meze tabakları  ile odaya bir cennet hurisi girmişti sanki. Tam dengede tuttuğu tabaklarla öyle bir yürüyüşü vardı ki başına kitap koyup yürüyen kızlar bu metodu görseler derhal kitabı fırlatıp tabağa yönelirlerdi. Bu kızıl saçlı uzun boylu dilberin hiç bir kusuru yoktu, baştan ayağa özenle yaratılmış olup bir benzeri ancak ve ancak cennette bulunabilirdi. Üzerinde sade bir tayyör bulunan bu kızın nedense makyajı da yoktu, ama zaten bu yüze makyaj ne lazımdı. Bu kızın sadece yürümesi için defalarca zikrettiğimiz rençber Almanyada biriktirdiği parayı, daha da çoğaltmak için bir takım şirketlere ortak olmuş, kandırılmış ve köyüne dönüp çobanlık yapmaya başlamıştı.
-Merhaba efendim, ben Adalet.
-Memnun oldum. 
Dedi Hazım bey, daha da konuşamadı. Oysa ben kulunuz Hazım diyerek söze başlamayı ümit etmişti. Hazım beyin beyninde şimşekler çakıyor, depremler oluyor, yer yarılıyor, zihnine bir sürü iltifat birikiyor ama sanki Amerika diline ambargo koyuyordu. Bu evde Hazım beyden başka yerli ve milli birşey yoktu zaten. Kadehler dolup boşalmaya başlamıştı. Her kadeh Hazım beyin içini yakıyor, vuslat yakın görünüyor lakin namzet seçilemiyordu. Bir halvet olacaktı olmasına da kiminle olacaktı bunu henüz kimse bilmiyordu. Yeri gelmişken dört kadın ile nikah kıyıp ev açan zengin kişiler acaba nasıl bir yol izliyordu,tercihlerinde öncelik ne idi. Hazım bey işte bu muammanın içindeydi. Yaşı gereği İffet hanımı elese, geri kalan üçü arasında kalmıştı. Bir yanda sapsarı saçları ile Zerafet, diğer yanda esmerliğin abidesi Hamiyyet ve ulaşılmaz derecede kızıl Adalet. 
Düşünceler arasında kıvranırken, bu güzelliklere dokunacak başka elleri düşündü Hazım bey. Bu kadınlara dokunacak her nobran el bu güzellikleri kirletirdi. Misal kamyoncu esnafından birisi kasabaya kömür getirdiğinde bu eve girse ve Zerafet'e dokunsa, bu bir cinayet sayılırdı. Misal şarktan  gelmiş bir gündelikçi amele, yolu bu eve düşse ve Hamiyyet'e dokunsa deprem olurdu. Keza başka memleketlerde cebini doldurmuş bir hırsız bu kasabaya gelse, bu eve uğrasa ve Adalet'e dokunsa haşa gökte melekler ağlardı. Beyin fırtınaları rakının etkisi ile çoğalan Hazım bey bir çözüm arıyordu. Bu ev kutsaldı ve dokunan küffar ilan edilmeliydi, yahut bu kızlar ve mübarek anneleri bu evden alınıp daha makbul bir yerde oturtulup itibar sahibi edilmeliydi. Bu kızları ve muhterem annelerini kurtarmayı  kendine vazife telakki etmişti. Maddi durumunu bir hesap etti, toplasan üç otuz kuruş bir mal varlığı vardı. İffet hanımın bir aylık kremini karşılayamaz, Zerafet'e Paristen İpek entari getirmeyi bırak kargo parasını ödeyemezdi. Hamiyyet'in İngiliz kumaşı eteğini alsa gömleğini alamaz, kızcağız yarı çıplak ortalarda kalırdı. Adalet pek sadeydi, masrafı yok gibiydi ama güzelliği vardı ve güzelliğin pahasını biçmeye koca bir Anadolu tarlasını satıp gurbet ele amele olmamışmıydı. Ve gerekirse Arabistan'a gider çalışırım diyerek ayağa kalktı Hazım bey, meşhur Kerimoğlu efenin heybetini üstüne takınıp, beylik tabancasını belinden çekip, vurdu masaya yumruğu:
-Ben emekli ceza reisi Hazım, ben bu işret evinden Adalet'i çekip alıyorum. Varsa bir diyeceği olan üzerime zimmetli bu devlet malı tabanca ile alnının çatından vururum!