ÜLKEMİZDE sokağa çıktığınız anda risk altındasınızdır. Ne zaman, nerede, nasıl bir tehlikeyle karşılaşacağınız bilinmez.
Şimdi, “Amma da abarttınız! Söyleyin bakalım; niçin risk altındaymışız, neymiş bizi bekleyen tehlikeler?..” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Sanırım açıkladığımda bana hak vereceksiniz.
Bir durakta otobüs bekliyorsunuz. Bir yere gideceksiniz belli ki. Otobüslerden biri geliyor, biri gidiyor. “Acaba beklediğim otobüs ne zaman gelecek?” diye düşünürken bunlardan birinin doğrudan duraktakilerin üstüne daldığını görüyorsunuz. Şanslıysanız kendinizi kurtarıyorsunuz. Yoksa ya gözünüzü hastanede açıyor ya da yaşamınızı yitiriyorsunuz.
Kaldırımda yürüyorsunuz. Kendinizi güvende hissediyorsunuz. Ne gezer?.. Bir de bakıyorsunuz ki tepenize bir saksı ya da levha düşüyor. Bunu anlatırken aklıma rahmetli Levent Kırca’nın oynadığı bir parodi geldi. Kafasına yarı yarıya geçmiş bir duyuru levhasıyla hastaneye gidiyordu.
Evinizde oturmuş, kahvaltı yapıyorsunuz. Birden evin duvarı büyük bir gürültüyle üstünüze yıkılıyor, bir kamyonu tepenizde görüyorsunuz. Tabi yaşıyorsanız…
Yağmurlu bir havada yürüyorsunuz. Oldukça da keyiflisiniz. Ama birden gözden kaybolabiliyorsunuz. Neden mi? Kapağı açık bir rögara düşüyorsunuz da ondan. Artık gerisini siz düşününüz.
Bir parkta dolaşıyorsunuz. Mükemmel bir doğa. Cıvıl cıvıl kuşlar. Her şey çok güzel. Tam o sırada omzunuzda bir yanma hissediyorsunuz. Sonra gözünüz kararıyor, bayılıp düşüyorsunuz. Belli ki bir maganda kurşununa denk geldiniz. Şanslıysanız hastanedesiniz, yoksa nerede olduğunuz belli.
Arabanızla tatile çıktınız. Nasıl da güzel günler geçireceğinizi düşünerek gidiyorsunuz. Aaa, o da ne? Birden tepe taklak olup bir çukura gömülüyorsunuz. Meğer yolda bir göçük oluşmuş. Ama herhangi bir uyarı levhası yok ortada. Nasıl olsa kazadan sonra koyarlar öyle bir levhayı. Sizin görüp göremeyeceğinizi bilemem elbette.
Aracınızla alt geçittesiniz. Kırmızı ışık yandığı için uzun bir araç kuyruğu var. Yukarıdan bir araba korkulukları parçalayarak düşüyor üzerinize. Hamburgere dönüyorsunuz. Allah rahmet eylesin!..
En güvendiğiniz araç olan hızlı trenle yolculuk yapıyorsunuz. Kulaklığınızı takmış, müzik dinliyor ya da karşınızdaki ekranda film izliyorsunuz. Sonra bir sarsıntı, kulakları sağır edercesine bir gürültü, kırılan camlar, canhıraş feryatlar… Eğer yaşıyorsanız öğreniyorsunuz ki rayların altındaki menfez aşırı yağmur nedeniyle çöktüğünden vagonlardan bazıları devrilmiş.
Evinizde keyifle oturuyorsunuz. Birden yağmur başlıyor. Aradan bir süre geçtikten sonra acayip bir gürültü, uğultu duyuyorsunuz. Merakla dışarı baktığınızda dev gibi su kütlelerinin üstünüze doğru geldiğini görüyor ve ne yapacağınızı düşünmenize fırsat kalmadan kendinizi bir selin ortasında buluyorsunuz. Dilerim bir mucize olup da kurtulmuşsunuzdur.
Bir üst geçitten huzur içinde karşıya geçiyorsunuz. O da ne? Köprü depreme uğramış gibi ikiye katlanıveriyor. Sonra öğreniyorsunuz ki altından geçen bir tırın kasası köprüye çarpmış. Gerisi şansınıza kalmış.
Denizde yüzüyorsunuz. Keyfiniz doruk noktasında. Bu ara üstününe hızla gelen bir tekne ya da jet skiyi fark ediyorsunuz. Ama çok geç artık. Kaçış yok. İşiniz Allah’a kaldı.
Bir inşaatta çalışıyorsunuz. Yük asansöründe, inşaatın en tepesindesiniz. Tam o sırada asansörün halatı kopuveriyor. Kendinizi bir anda yerde buluyorsunuz. Anımsayabildiğiniz yalnızca yere çakıldığınız son an. Gerisini söylemenin anlamı yok.
Bir lokantada yemek yiyorsunuz. Yemekler de çok güzel. Sonra bir patlama sesi duyuyorsunuz. Tüp patlamış olsa gerek. Kendinizi sokak ortasında buluveriyorsunuz. İnşallah bu sırada üstünüzden bir araba geçmemiştir.
Parka çocuğunuzu oynatıyorsunuz. Onu bir salıncağa bindirmiş, sallıyorsunuz. Birden çocuğunuzun salıncakla birlikte havalandığını, geri dönmediğini görüyorsunuz. Onu elli altmış metre ötede yerde yatarken buluyorsunuz. Başınızdan kaynar sular dökülüyor. Allah korumuştur inşallah.
Böyle espri yapar gibi anlatıyorum. Doğru. Ama şaşkınlığımdan, çaresizliğimden, öfkemden yapıyorum bunu. Ne yazık ki gülüyoruz ağlanacak hâlimize. Bu tür kazaların ardı arkası bir türlü kesilmiyor. İşin garibi kimse suçu kabullenmiyor. Bazıları iş kazası diye geçiştiriliyor, bazıları kader diye nitelendiriliyor, bazılarına şanssızlık deniyor, bazıları da doğanın üstüne atılıyor. Kısacası ders çıkarmıyoruz yaşadıklarımızdan.
Demek ki biz rastlantısal (tesadüfen) yaşıyoruz. Şansı olan hayatta kalıyor, olmayan ya yaralanıyor ya da ölüp gidiyor. Bu durum, bana bir İsviçrelinin şu sözünü anımsattı: “Türkiye'de insanlar tesadüfen yaşar, Avrupa'da ise tesadüfen ölür.” Dilerim bu sözü tersine çevireceğimiz, “Başımıza acaba bir şey gelecek mi?” kaygısından kurtulacağımız günler uzakta değildir.